12 Kasım 2013 Salı

Dördüncü Kattan Düşüş

Soğuk. Çok soğuk. Odayı dolduran zifiri karanlıktan daha soğuk.

Oda büyük, belki yarım futbol sahası ölçülerinde. Bomboş. Tek bir mobilya, halı, avize ya da karanlıkta dolanırken insanın karşısına çıkabilecek hiçbir şey yok.

Ama oda, büyük ve boş ve karanlık olduğundan çok, soğuk.

Sıcakkanlı bir canlıyı en fazla bir saat içinde donduracak kadar soğuk ve tam olarak da bu soğuk onun uyuşturucusu. Doğanın son silahı, güçlü ve şanslı olanın bile hayatta kalmasına karşı kullandığı son silahı, piramidin ilk birkaç basamağındaki her şeye sahip olanları sendeleten basamak, o güne dek sahip olduğu her şeyi borçlu olduğuna inandığı aklını kandırmak bir yana, söz hakkı bile vermemiş o savunma mekanizmasına karşı koymaya çalışmasının son ürünü bu oda ve soğuk.

Her hafta Perşembe günü 10.06’da odanın kapısı açıp içeri giriyor, kapıyı arkasından kapatıp yürümeye başlıyor. Otuz iki adım düz, yirmi yedi adım sola sonra arkasına dönüp on iki adım sağ çaprazına... Adımlarının yönüne dikkat ederek ve sayarak ilerliyor bir süre ve sonra durup bekliyor. Kolundaki saatin alarmı 10.46’ya kurulu. Genelde 10.26 civarında soğuk, aklını bulandırıp düşünmesini engelleyecek, anılarını silikleştirecek kadar işlemiş oluyor vücuduna. 10.36 gibi de kaslarının kontrolü o kadar zorlaşıyor ki yürümek için olağanüstü bir çaba sarf etmesi gerekiyor. Karanlık ve soğuğun içinde, pes edip uyumak için kendini havadan daha soğuk zemine bıraktığı sırada saatin alarmı çalmaya başlıyor.

Bip. Bip. Bip.

Alarm önce kalp atışlarından daha hızlı ötüyor, sonra nabzı yetişiyor saate ve ardından öne geçiyor. Oyunu, işte böyle başlıyor. Artık hissetmediği uzuvların üzerinde sendeleyerek ilerlemeye çalışıyor. Geldiği adımları takip edecek kadar düşünemiyor, her şey içgüdülerine bağlı. Aklı, o sırada ismini hatırlayacak kadar bile çalışmıyor. Tek bir kuralı var ve buna gerçek anlamda hayatı pahasına uyuyor: bir duvara dokunduğunda ters yönde duvarı unutana kadar yürü. Bu, sadece birkaç adım demek. Kapıyı bulmak için on, en fazla on beş dakikası var.


Hiçbiri diğerinden daha doğru gelmeyen yönlere sendeleye sendeleye ilerlerken umutsuzluğun son anlarında kavradığı kapı kulbu, tekrar piramidin ilk basamağına düştüğünü gözüne soka soka mutlu ediyor onu.

26 Temmuz 2013 Cuma

Keşke

Sevgilim,

Okumayacağını bile bile yazıyorum bu mektubu sana. Bu mektubu eline alıp kalın çerçeveli gözlüklerin gözünde, kaşlarını çatıp alnını kırıştırarak ve zaman zaman gülümseyerek okumayacağını bilerek. “İşte, bu, tam da bu kelimeyi okurken gülümseyecek.” diyemiyorum kendime. Bu kağıda senin kokunun asla sinmeyeceğini bilerek yazıyorum.

Seni özledim. Biliyorum, basit bir cümle. Daha süslülerini çok duydun benden, hep daha çok kelimeyle anlatmıştım sana hislerimi. O üç harfi bile hiç kullanmamıştım, hep daha fazlasıydı senin duymanı istediğim.
Yapamıyorum. İstesem de süsleyemiyorum cümlelerimi. Duyamadığın her kelimeyi israf etmiş gibi hissediyorum. Uzun bir cümle. Anlamsızlaşıyor. Senin kulaklarına erişmedikçe. Bak, hiç yapmadığım bir şeyi daha yapacağım şimdi, yasak kelimelerden birini kullanacağım.

Hikayelerine aşıktım senin, sana olamadığım için. Olamazdım. Aşık olursam bitmenden korkuyordum, anlıyor musun? Aşık olursam, yavaş yavaş sana doyacağımdan. Yazdığın hiçbir hikayenin de sonunu okumadım bu yüzden. Ne kadar güzel bir son olursa olsun, başladığı kadar güzel bitmesi mümkün değildi benim için.

Üşüyorum. Gece soğuk, ve pencerem açık, karşısında bu mektubu yazıyorum sana. Esiyor hafifçe, pencere gıcırdıyor. Titriyorum. Varsın üşüyeyim, kimse kapatmaz pencereyi. Ben, zaten bilirsin hasta olana kadar kapatmazdım pencereyi. Ben hasta olunca da kızardın, neden pencerenin önünde oturuyorsun diye. Saklasan da bilirdim üzüldüğünü, pencereyi daha erken kapatmadığın için kendine de kızdığını. Ama yoksun, üzülmezsin şimdi. Ve sen üzülmezsen, ben titrerim.

Eski dolabımı attım biliyor musun? Sırf kahverengi diye. Gözlerini hatırlatıyor diye. Açamıyordum o dolabı hiç, içinde neler olduğunu görmeye dayanamayacağım için. Gömleklerim? Belki. Kravatlarım? Belki. Daha fazlası? Belki. İşte bu yüzden.

Bak? Gör. Dün. Mü. Ne. Yap. Tığımı? Kağıt ıslandı, kelimelerim de gittikçe okunaksızlaşıyor, daha son sözümü söyleyemedim bile.

Kıyıp da uyandırsaydın beni o sabah keşke.

Hoşça kal, demek için son bir kez.

Gitmeseydin keşke hiç, ölmenin sırası mıydı?

Rüya da görmemiştim o gece. Senleyken hep deliksiz uyurdum öyle.

Sevgilim.



Seni seviyorum.

Fare

“Elimden gelenin en iyisi bu.” dedi Fare.

“Elbette bu.” diye yanıtladı “Sen bir faresin.”

“Şu an ırkçılığın anlamı yok.” dedi Fare.

“Ne zaman oldu ki şu an olsun?”

“Eh…” dedi fare “Haklısın. Neyse, eee, ne yapacağız bununla?”

“Neden fare olduğunu sorguladın mı hiç? Ne bileyim, neden tavşan değilsin mesela, ya da zebra?”

“Saçmalama.” Dedi fare “Ben bir fareyim. Tavşanlar gibi zıplamıyorum, diğer tüm fareler gibi yanımdan geçen şeylere karşı temkinliyim ve hemen koşup bir deliğe giriyorum. Hem bak, bir tavşanın böyle uzun bir kuyruğu olur mu hiç?”

“İyi ama, derin yeşil ve şey… pek tüylü de sayılmazsın.”

Uzun haftalar önce bunun yanıtını kendine vermişti Fare. Güldü.

“Bütün fareler aynı olmak zorunda değil ki! Birbirinin aynısı olan kaç fare gördün? Geçen haftayı hatırlıyor musun, az kalsın ezildiğimiz gün. Kaçtığımız evde kafeste beyaz bir fare vardı mesela. Siyah ve grileri de her gün sokaklarda görüyoruz zaten. Ben de yeşilim işte.”

“Buraya getir.” Dedi, düşünceli görünüyordu. “Belki fareler yeşil olamıyordur?”

“Kim demiş? Neden olmasın ki? Bence pembe, mor hatta renksizlerimiz bile vardır. Bakınca arkasını görüyorsundur.”  Dedi Fare. “Yardım etsene, tek başıma itemiyorum.”

Bir fare kapanını itekleyerek bodrumun bir köşesine, diğerlerinin yanında götürmeye çalışıyorlardı. Bütün gece bununla uğraşmışlardı ve bodrum artık güvenli sayılırdı, güneş doğana kadar en azından. Genelde güneş yukarıdayken bile uğrayan olmazdı ama yine de temkinli davranıp saklanıyorlardı.

“Bence bilen birine danışmalısın.” dedi.

“Ne yani, bir insana falan mı? Biliyorum işte, ben bir fareyim. Hem kendimi fare gibi hissediyorum. Nasıl göründüğüm ne fark eder ki?” dedi Fare.

“Peki bir fare nasıl hisseder?”

Aralarında kısa bir sessizlik oldu. Fare bunu hiç düşünmemişti. Fare, zaten genel olarak pek düşünmezdi.



8 Temmuz 2013 Pazartesi

Buz

Doktorun duygusuz sesini duyuyorum. Ölüm saati: 14.47. Anlamsız geliyor söylediği, çünkü ––orada bir tek ben varım ve ben de onu dinliyorum.
Sevgilim, odamın kapısından bana bakıyor; gülümsüyorum.

Ağlıyor.

Doktor dışarı çıkarken omzuna dokunuyor hafifçe, sonra o yanıma geliyor. Elimi tutuyor ve gözyaşları yüzüme düşüyor. Islaklık hissetmiyorum.

Islaklığı neden hissetmiyorum?
Elinin sıcaklığını, neden hissedemiyorum?

Bir şeyler farklı geliyor. Odamın dışındakı hemşirelerin önlüklerinin hışırtısını duyuyorum, yan odada anneme bağlı serumun ritmik damlayışlarını, babamın düzensiz ve kesik soluklarını duyuyorum bir de hıçkırıkları... Siyah saçları göğsüme düşüyor o hıçkırıklarla sarsılırken.
Yüzüne dokunamıyorum, saçlarını okşayamıyorum. Gözyaşları artık dudaklarımı ıslatıyor, tadını alamıyorum.

Ağlayamıyorum.

Geri dönmek için çabalıyorum var gücümle, hiçbir şey için değilse bile, onun için, daha fazla ağlamaması için. Olmuyor bir türlü, dudaklarımı açtığımda seslenemiyorum ona, soluyamıyorum onun soluduğu havadan. Artık sesi boğuk geliyor, bir duvarın arkasındaymış gibi sanki. Ne hışırtılar duyuluyor artık, ne de damlama sesleri, kafamda yankılanan tek bir ses var, giderek boğuklaşan ve uzaklaşan hıçkırıkları.

Her yer karanlığa gömülmeden önce kolyesini çıkarışını görebiliyorum, ve avcumu açışını. Kolyenin soğukluğunu…


Hissedemiyorum.

Tünel

“Pardon, bakar mısınız? Sipariş vereli neredeyse bir saat oldu, yemeğim hala gelmiş değil.”

Garson hayret içinde ona baktı.

“Beyefendi, üzgünüm ama bu mümkün değil. Bu lokanta henüz yirmi dakikadır var.”

“Kusura bakmayın, benim hatam olmalı.” diye yanıtladı Yabancı. Ayağa kalkıp sandalyesine asılı krem rengi ceketini aldı. Sol elinin umursamaz bir savruluşuyla etrafındaki masalar, duvarlar, insanlar kum tanelerine ayrıldı. Sonra diğer elini salladı.

Karanlık bir koridordaydı. Ceketini giydiğini hatırlamıyordu ama üzerindeydi. Hava nemliydi, gözleri karanlığa alışınca bulunduğu yerin bir koridordan çok bir tünel olarak adlandırılabileceğini gördü. Yürümeye başladı. Her adımında sert zeminle buluşan ayakkabılarından çıkan takırtı sesleri yankılanıyordu. Karanlık tünelin sonunda görünen bir şey yoktu, amaçsızca karanlığa doğru ilerliyordu. Uzun zamandır bir şeyler merak etmiyordu, şu anda da merak ettiği söylenemezdi. Evet, bilmiyordu tünelin sonunda ne olduğunu ancak ilgi çekici olamayacağından emindi. Aklındaki ilgi çekici her şeyle, yaşadığı yıllar içinde en az birkaç kez karşılaşmıştı. Yedi kez ölmüş, bir kez kalbi kırılmış, üç kere mutluluktan ağlamış ve altı kişiye de güvenmişti. Uzun zamandır da çaresizlik ve sıkılmışlık içindeydi.

İlgisini çekecek hiçbir şey olamazdı.

Nemli havada hiçbir kıpırtı olmuyordu, karanlıkta en ufak bir seyrelme, tünelin yönünde bir değişiklik ya da attığı adımların büyüklüğünde bir farklılık yoktu. Sadece yürüyordu. Hıçkırıklar işte bu sırada başladı, hiçbir şey olmazken. Tünelin sonundan hıçkırıklar geliyordu. Hayır birisi hıçkırarak ağlamıyordu, sadece hıçkırıyordu. Onun ayak sesleri gibi tünelde yankılanarak geliyor ve sanki ona ulaştıktan sonra devam etmiyorlardı.

Aynı hızda yürümeye devam etti.

İlerledikçe bir kalbin atışı gibi tüneldeki karanlığın her bir hıçkırıkla kısa bir süre azaldığını fark etti. Duvarlarda yazılar olduğunu gördü.

Okumadı.

Her ne yazıyorduysa zaten biliyordu, her zaman bilirdi. Tünelin sonuna, ne zaman varmak isterse o zaman varacaktı. O anda sadece yürüyordu ve hiç isteyecek gibi de değildi. Ta ki ses, birbirini takip eden iki hıçkırığa dönüşene kadar.

Hık-hık. Hık-hık. Hık-hık.

Koşmaya başladı. Koşmaya başlamasıyla beraber mi oldu yoksa başından beri yerde su birikintisi var mıydı bilmiyordu ama düşünmedi. Koşarken zemine çarpan ayakkabılarından çıkan sese dikkat etmedi. Şap-tak, şap-tak, şap-tak. Sol-sağ, sol-sağ, sol-sağ.

Hıçkırık sesleri giderek daha yakınından geliyordu. Tünel, bir boşluğa açılıyordu. Boşluk aydınlıktı. Işık kaynağının neresi olduğunu göremiyordu, bulmak için etrafına bakınsa da göremedi. Gözleri ışığa alıştıktan sonra boşluğun merkezine baktı ve ne yapacağını bilemedi.  Karşısında her hıçkırığıyla ışığı titreştiren iki Tanıdık vardı. Dizlerinin üzerine düştü.

Asla iki tane olmazlardı.


20 Mart 2013 Çarşamba

Mutlu İnsanlar Delirmez


Uyandı. Eli yatağının yanında duran on iki yüzlü zara gitti, fazla beklemeden aldı ve attı.

Yedi.

O hafta içinde ilk kez yedi atıyordu ve yapacağı ilk şey komşunun kedisini kovalamaktı. Böylece komşunun faresinin sevgisini kazanabilir ve ondan, öğrenmek istediklerini öğrenebilirdi.
Kalktı, kahvaltı yaptı, giyindi, evden çıktı. Tam kapıyı kimse çıkmasın diye arkasından kilitleyecekken yaptığ şeyin saçmalığı kafasına dank etti. Komşusunun kedisi yoktu. Güzel bir cumartesi gününde yapılabilecek en güzel şey de böylece uçup gitti ve biraz durup düşündüğünde ikinci sırayı metro durağına inip rastgele insanlarla konuşmanın aldığında karar kıldı.

HAHAH.
Gerçekten mi? Rastgele insanlarla konuşmak aklına gelen en iyi şey miydi sahiden?  Mahallenin kasabını vejetaryen yapmaya çalışmak daha eğlenceli olmaz mıydı mesela, ya da dışarıdan kuşlar toplayıp onları bir şapkaya tıkmak? Öğlenki yağmurdan sonra tam da apartmanının önünden, dün ıslattığı kaldırım taşının üstünden, başlayacak olan gökkuşağındaki her renk için gitarındaki bir teli değiştirmek veya her bir ölümcül günahı alfabetik sırayla işlemek, ha, daha doğru olmaz mıydı? Belki de uyumalı ve koca bir günü bilinci kapalı olarak, tamamen boşa geçirmeliydi. Rüya görmemeye özellikle dikkat ederek tabii. Rüyalarında mutlu olabilirdi ve mutlu bir insan, deliremezdi.

Ve delirmek, yediydi. Korkaklık beşti, aptallık ise on iki, çapkınlık da dört. Canı sıkılmaya başlayalı altı ay olmuştu ve sıkıntısına çözümü bulalı da dört ay. Dört aydır her sabah uyanır uyanmaz attığı zarın üstte kalan yüzü, o günkü yüzü oluyordu. En azından ilk birkaç hafta böyleydi. Sonra ise kendini tamamen kaptırdı. Zarda gelen sayının temsil ettiği kişiliğe tamamen bürünüyordu ve işin kötüsü, ya da iyisi-tamamen bakış açısına göre, artık rol de yapmıyordu. Anlıyorsunuz ya, zamanında o da sizin gibi sıradan bir insandı- lütfen kırılmayın.

Her şey, kişiliğini 1 ve 0’dan fazlasının belirlediği, tabii ki 2,5,7,11 ve diğer yedi sayıdan bahsediyorum,  bir bilgisayar olmaya iyice alıştığı günlerden birinin sabahında kurtarılamaz hale geldi. O sabah attığı zarda 9 gelmişti. Saate bakmış ve  “Çok geç kaldım!” diye bağırarak yataktan fırlarcasına çıkmıştı. O gün, sevgilisiyle ilk yıldönümleriydi. Hediye alışverişine çıkmak için daha erken kalkmış olması gerekirdi, hediyesi hazırdı tabii ama zara baktığı anda seçtiği hediyenin yanlış hediye olduğunu, büyük ihtimalle sevgilisinin hediyeyi beğenmemek bir yana hediyeden dolayı kendisinden nefret edeceğine emindi. O durumda hediyesi yoktu, ne alabileceği konusunda fikirsizdi ve zaten çok da parası olduğu söylenemezdi. Paniğe kapılmak için çok da güzel bir kombinasyona sahipti. Eh, 9’un ne demek olduğunu hepiniz anlamış olsanız gerek. Yataktan kalktığında terlemeye başlamıştı bile- her şeye rağmen o günü neşeli bir gün olarak hatırlıyordu düşününce ve neşe, söylediği gibi, bugün ona sadece köstek olurdu. Neşeli olmadığı bir gün var ise o gün sekiz idi. 9’da ayrıldığı sevgilisini tavladığı gün. Zor değildi, ama her zamankinden daha eğlenceliydi. Durun size o akşamı anlatayım.

O akşam dışarı yalnız çıkmıştı. Barda; bira içen, yirmilerinin ortasındaki üç adamın yanındaki boş tabureye oturdu ve soda söyledi. Etrafı izlemedi. Sol gözünün ucunda gördü ilk kez, sonra kayboldu, saniyeler sonra da sağ gözüne vardı ve gitti. Sekiz. Yedi. Altı. Beş. İki. Bir. Sıfır. Ayağa kalktı ve tuvalete doğru yürümeye başladı, yolunun üzerinde sağ tarafta iki arkadaşıyle bir masanın çevresinde duruyor ve sohbet ediyordu. Masayı bir adım geçtikten sonra duraksadı, geri döndü ve alnı kırıştırarak sordu:
“Hey, size bir şey danışacağım. Arkadaşımla bir sorunu çözmeye çalışıyoruz. Üç aydır beraber olduğu bir kız arkadaşı var ve birbirlerini çok seviyorlar, ama kızın kedisi arkadaşımdan resmen nefret ediyor. İkisi yalnızken dışarıdan odanın kapısını tırmalamaktan tutun da her fırsatta arkadaşımın ayakkabısına pislemeye kadar her türlü şeyi yapıyor. Biraz fazla kıskanç anlayacağınız. Arabasıyla yanlışlıkla’üstünden geçmek biraz canice, ‘ya o ya ben’ demek de, bir düşünün, çok saçma. Sizce ne yapmalı?”
Konuştular. Konuştular, ve biraz daha konuştular.

“Hahah, evet geçen ay sevgilimle, ya da artık eski sevgilim, çıktığımız o muhteşem araba yolculuğunda da başımıza böyle bir olay gelmişti. Nasıl panik oldu inanamazsınız, ‘N’apıcaz? Kaldık burda, kaldık kaldık, n’pıcaz şimdi’ diye sayıklayıp duruyordu. Soğukkanlılığını koruduktan sonra rahatça halledilebiliyor tabii. ‘Sakin ol, ne yapacağımı biliyorum, çözeceğim şimdi, sakin ol’ diye diye sakinleştirmeyi başardım. […]”
Hikayesini bitirdi. O ana dek o masada bulunmasının tek sebebi olan kıza ancak omzunun üzerinden bakmıştı, bu sefer ona döndü.

“Arkadaşınızı fazla dışladım sanırım, onu biraz sizden çalıp gönlünü alayım. Bir şurda oturuyor olacağız, istediğinizde gelin.”

Elinden tuttu ve kalabalığın içinde çekerek duvar kenarındaki oturulacak yerlerden birine gittiler.

“Hadi bir oyu—“

Ah. Buradan sonrasında mutlu anlar var.

Ve önceden söylediği gibi; mutlu insanlar, deliremez.

9 Şubat 2013 Cumartesi

Sonsuz Hikaye


Hava soğuktu. Siyah pelerinine bürünmüş yabancı, seyrek sisin arasındaki taştan patikayı takip ediyor, bir yandan da çevresinden gelen çığlıklara kulak veriyordu. Kulak tırmalayan, kalp parçalayan  çığlıklardı duydukları, patikadan yürüyecek cesarete sahip olanların kanını donduracak kadar korkunçlardı. Yaşayan hiçbir şeye ait olamayacak bir acıyı taşıyorlardı.

O korkmuyordu. Temkinli olduğu sürede korkması gerekli de değildi, onlar korkmalıydı tanımadıkları bu gezginin gazabından. Yaydığı güç patikanın küçük taşları arasından uzamış gri otları kül gibi parçalara ayırarak havaya savuruyordu, o geçerken rüzgarın salladığı dallar duruyor, düşen yapraklar havada asılı kalıyordu.

Patikanın sonunda, sisin içinde kendine yer edinmiş kapkara bir bina duruyordu. Pürüzsüz yüzeyi  boyunca dönerek yükselen gece mavisi bir merdiven bulutların arasındaki zirveye doğru kayboluyordu. Her  elli basamakta bir bulunan ve bir pencere görevi görmesi için tasarlanmış kare delikler, soğuğun ve sisin devasa yükseltiye dolmasına neden oluyordu. Kulenin yakınında bitki namına hiçbir şey yoktu. Pelerinli yabancı bir an için durup önündeki manzaraya baktı. Dikkatini daha başka şeyler, başkalarının ayrıntı olarak düşündükleri çekmişti. Merdivenin ilk basamağının çevresindeki cam kırıkları ve kumlar mesela. Yüzlerce kum saatinden arta kalanlar, kulenin önünde kıpırıtsızca yatıyordu. Kırıldıkları andan itibaren tek bir kum tanesi uçup rüzgara katılmamış, bir cam parçası çürüyüp toprağa karışmamıştı.

Cebinden çıkardığı saatini basamakların başladığı yere iç çekerek bıraktı, hızla gerçekleştireceği dönüş yolculuğunda onu görmesi gerekiyordu. Zamanı görmeliydi... Günler süren yolculuğu boyunca tamamen sakin olan, normal birisi olmadığı her halinden belli bu yabancı ilk basamağa adımını atmasıyla heyecanlanmıştı. En büyük rakibiyle karşılaşmasına başlamıştı... Merdivendeki bir adımı ona binlerce yıla ve bir sonraki ise sadece bir kaç saniyeye mal oluyordu. İkisi arasında hiçbir fark yoktu bulunduğu an içinde, çünkü bulunduğu bir an da yoktu. Tüm hayatı boyunca tek rakibi olarak gördüğü şey, zamandı. Onu yenmek için gelmişti bu kuleye, bir kaç yüzyıl önce adımını attığı ilk basamakla beraber zaman onun için yokolmuştu ve saniyeler içinde geri dönecekti, toplamı on bin yıl edecek saniyeler sonunda. Göz açıp kapayıncaya kadarki süre içerisinde zirveye ulaştı. Zamanı kızdırdığını hissedebiliyordu, merdivenlerde yürümesi ve en zirveye varması, zamanı yenebilecek, bahsi edilen o tek kişi olduğunu apaçık kanıtlıyordu. Ama kimse zamana karşı duramazdı, ve kulenin sınırları içerisinde, o, istediğini yapabilirdi. Pelerinli yabancı ne kadar güçlü olsa da, o da bir insandı, ve insanlar zamanla ölürdü. Güneşin batış ve aynı anda tekrar doğuşunu görüyordu, aynı anda hem doğudahem batıda hem de tam tepesindeydi güneş, çevresinde patlayanan, parçalanan dünyaya düşen yıldızları görüyordu. Ufuğa kadar her yer ateşler içerisindeydi, gökyüzü kızıl bir renkteydi, denizler kanla kıprkırmızı akıyordu. Ama o, Gezgin, kulenin tepesinde sapasağlam ayaktaydı. Ağzından kelimeler dökülmeye devam ettiği sürece de ayakta kalacaktı. Tüm evren boyunca yankılanan, gökyüzünü parçalayan bir çığlık işitildi, evren inanılmaz hızla büyük bir patlamaya hazırlanırken, o, kendini kuleden aşağıya bıraktı, parçalanmış kum saatlerinin arasına...

Amacına ulaşmış, büyük rakibini yenmişti.

28 Ocak 2013 Pazartesi

Ruh Soygunu


Delirdi. Böyle söylüyorlar benim için. Hiçbir sebep yok aslında onlara bunu düşündürecek. Üzerimdeki bu gömleği ve beni yatağa bağlayan kayışları çıkarsalar normal bir insandan farkım olmadığını görecekler. Ama bunu yapmak işlerine gelmiyor. Neden mi? Çünkü çok şey biliyorum, gereğinden çok. Dolapta duran çikolataları kimin yediğini biliyorum, karıncaları gördüm, küçük sırtlarında çikolatayı taşırken. Söylememem için bana söz verdirttiler. Ama onlara karıncalarla konuştuğumdan hiç söz etmedim, peki neden deli olduğumu düşünüyorlar? Burnuma soktuğum kaşıklar (burun deliğimi yırttığım için hastaneye kaldırılmam gerekmişti, ama doktor fare kandan korkuyordu, bu yüzden burnumdaki kan bitti ve burnum kuruyup düştü) yüzünden mi? Yoksa evde beslediğim ejderha mı sorun? Hayır, bu kadar küçük şeyler için beni tımarhaneye kapatamazlar! Buna hakları yok!

Aslında her şey iki aycık (bir ayın yarısı – kendi uydurduğum bir kelime) önce başladı, kapıma gelen patenli bir ayı, ona verebilecek balım olup olmadığını söyledi. Kapıma gelen bu patenli, bale elbisesi giyen ve benden bal isteyen ayıya çok şaşırmıştım. Ayılar konuşamazdı ki! Çok saçma diye düşünmüştüm kendi kendime... Şimdi bunun mümkün olabileceğini biliyorum. Her türlü hayvanla konuşabiliyorum artık; eşek arılarıyla, (onların gerçekten eşek ve arının çocukları olmadıklarını kendilerinden öğrendim), farelerle (Tom & Jerry izlerken Jerry’nin benimle konuştuğuna yemin edebilirim, ama kimse bana inanmıyor), sıçanlarla (isimlerinin nereden geldiğini sanırım hepimiz biliyoruz, onlara bunun hakkında da sordum) ve kuzenimle.

Tom & Jerry izlemeyi çok severdim. Jerry’nin büyük bir hayranıyım. Aslında ona bir çok taktik vermişliğim de vardı, elektrikli testere mesela. Ama kabul etmedi, nedenini bilmiyorum. Çok sertti sanırım onun için, ya da izleyicilerine pek hitap etmiyordu. Ama benim istediğim onun kurtulmasıydı. Pis bir kediye yem olmasını istemiyordum onun. Çok kez rüyamda Tom’u öldürmek hakkında konuştuğumu biliyorum. Bunun için bana çok kez satanist dediler, ama benim kedilerle bir sorunum yok; Tom’la var. İnsanlar ne kadar da cani! Kendi eğlenceleri için küçük fare Jerry’nin acı çekmesini seyrediyorlar. Asıl acı çekmeyi hak edenler onlar! Asıl elektrikli testereyi hak edenler onlar!

Hayır! Hayır! Bırakın beni! İstemiyorum sizinle bir yere gitmek! Biliyorum, caniler ülkesine götürüyorsunuz beni! Tavşanların şapkadan sihirbaz çıkardığı, kedilerin satanist kestiği diyara! Yardım edin bana! Ruhumu çalıyorlar!