Doktorun duygusuz sesini duyuyorum.
Ölüm saati: 14.47. Anlamsız geliyor söylediği, çünkü ––orada bir tek ben varım
ve ben de onu dinliyorum.
Sevgilim, odamın kapısından bana
bakıyor; gülümsüyorum.
Ağlıyor.
Doktor dışarı çıkarken omzuna
dokunuyor hafifçe, sonra o yanıma geliyor. Elimi tutuyor ve gözyaşları yüzüme
düşüyor. Islaklık hissetmiyorum.
Islaklığı neden hissetmiyorum?
Elinin sıcaklığını, neden
hissedemiyorum?
Bir şeyler farklı geliyor. Odamın
dışındakı hemşirelerin önlüklerinin hışırtısını duyuyorum, yan odada anneme
bağlı serumun ritmik damlayışlarını, babamın düzensiz ve kesik soluklarını
duyuyorum bir de hıçkırıkları... Siyah saçları göğsüme düşüyor o hıçkırıklarla
sarsılırken.
Yüzüne dokunamıyorum, saçlarını
okşayamıyorum. Gözyaşları artık dudaklarımı ıslatıyor, tadını alamıyorum.
Ağlayamıyorum.
Geri dönmek için çabalıyorum var
gücümle, hiçbir şey için değilse bile, onun için, daha fazla ağlamaması için.
Olmuyor bir türlü, dudaklarımı açtığımda seslenemiyorum ona, soluyamıyorum onun
soluduğu havadan. Artık sesi boğuk geliyor, bir duvarın arkasındaymış gibi
sanki. Ne hışırtılar duyuluyor artık, ne de damlama sesleri, kafamda yankılanan
tek bir ses var, giderek boğuklaşan ve uzaklaşan hıçkırıkları.
Her yer karanlığa gömülmeden önce
kolyesini çıkarışını görebiliyorum, ve avcumu açışını. Kolyenin soğukluğunu…
Hissedemiyorum.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder