8 Temmuz 2013 Pazartesi

Buz

Doktorun duygusuz sesini duyuyorum. Ölüm saati: 14.47. Anlamsız geliyor söylediği, çünkü ––orada bir tek ben varım ve ben de onu dinliyorum.
Sevgilim, odamın kapısından bana bakıyor; gülümsüyorum.

Ağlıyor.

Doktor dışarı çıkarken omzuna dokunuyor hafifçe, sonra o yanıma geliyor. Elimi tutuyor ve gözyaşları yüzüme düşüyor. Islaklık hissetmiyorum.

Islaklığı neden hissetmiyorum?
Elinin sıcaklığını, neden hissedemiyorum?

Bir şeyler farklı geliyor. Odamın dışındakı hemşirelerin önlüklerinin hışırtısını duyuyorum, yan odada anneme bağlı serumun ritmik damlayışlarını, babamın düzensiz ve kesik soluklarını duyuyorum bir de hıçkırıkları... Siyah saçları göğsüme düşüyor o hıçkırıklarla sarsılırken.
Yüzüne dokunamıyorum, saçlarını okşayamıyorum. Gözyaşları artık dudaklarımı ıslatıyor, tadını alamıyorum.

Ağlayamıyorum.

Geri dönmek için çabalıyorum var gücümle, hiçbir şey için değilse bile, onun için, daha fazla ağlamaması için. Olmuyor bir türlü, dudaklarımı açtığımda seslenemiyorum ona, soluyamıyorum onun soluduğu havadan. Artık sesi boğuk geliyor, bir duvarın arkasındaymış gibi sanki. Ne hışırtılar duyuluyor artık, ne de damlama sesleri, kafamda yankılanan tek bir ses var, giderek boğuklaşan ve uzaklaşan hıçkırıkları.

Her yer karanlığa gömülmeden önce kolyesini çıkarışını görebiliyorum, ve avcumu açışını. Kolyenin soğukluğunu…


Hissedemiyorum.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder