26 Temmuz 2013 Cuma

Keşke

Sevgilim,

Okumayacağını bile bile yazıyorum bu mektubu sana. Bu mektubu eline alıp kalın çerçeveli gözlüklerin gözünde, kaşlarını çatıp alnını kırıştırarak ve zaman zaman gülümseyerek okumayacağını bilerek. “İşte, bu, tam da bu kelimeyi okurken gülümseyecek.” diyemiyorum kendime. Bu kağıda senin kokunun asla sinmeyeceğini bilerek yazıyorum.

Seni özledim. Biliyorum, basit bir cümle. Daha süslülerini çok duydun benden, hep daha çok kelimeyle anlatmıştım sana hislerimi. O üç harfi bile hiç kullanmamıştım, hep daha fazlasıydı senin duymanı istediğim.
Yapamıyorum. İstesem de süsleyemiyorum cümlelerimi. Duyamadığın her kelimeyi israf etmiş gibi hissediyorum. Uzun bir cümle. Anlamsızlaşıyor. Senin kulaklarına erişmedikçe. Bak, hiç yapmadığım bir şeyi daha yapacağım şimdi, yasak kelimelerden birini kullanacağım.

Hikayelerine aşıktım senin, sana olamadığım için. Olamazdım. Aşık olursam bitmenden korkuyordum, anlıyor musun? Aşık olursam, yavaş yavaş sana doyacağımdan. Yazdığın hiçbir hikayenin de sonunu okumadım bu yüzden. Ne kadar güzel bir son olursa olsun, başladığı kadar güzel bitmesi mümkün değildi benim için.

Üşüyorum. Gece soğuk, ve pencerem açık, karşısında bu mektubu yazıyorum sana. Esiyor hafifçe, pencere gıcırdıyor. Titriyorum. Varsın üşüyeyim, kimse kapatmaz pencereyi. Ben, zaten bilirsin hasta olana kadar kapatmazdım pencereyi. Ben hasta olunca da kızardın, neden pencerenin önünde oturuyorsun diye. Saklasan da bilirdim üzüldüğünü, pencereyi daha erken kapatmadığın için kendine de kızdığını. Ama yoksun, üzülmezsin şimdi. Ve sen üzülmezsen, ben titrerim.

Eski dolabımı attım biliyor musun? Sırf kahverengi diye. Gözlerini hatırlatıyor diye. Açamıyordum o dolabı hiç, içinde neler olduğunu görmeye dayanamayacağım için. Gömleklerim? Belki. Kravatlarım? Belki. Daha fazlası? Belki. İşte bu yüzden.

Bak? Gör. Dün. Mü. Ne. Yap. Tığımı? Kağıt ıslandı, kelimelerim de gittikçe okunaksızlaşıyor, daha son sözümü söyleyemedim bile.

Kıyıp da uyandırsaydın beni o sabah keşke.

Hoşça kal, demek için son bir kez.

Gitmeseydin keşke hiç, ölmenin sırası mıydı?

Rüya da görmemiştim o gece. Senleyken hep deliksiz uyurdum öyle.

Sevgilim.



Seni seviyorum.

Fare

“Elimden gelenin en iyisi bu.” dedi Fare.

“Elbette bu.” diye yanıtladı “Sen bir faresin.”

“Şu an ırkçılığın anlamı yok.” dedi Fare.

“Ne zaman oldu ki şu an olsun?”

“Eh…” dedi fare “Haklısın. Neyse, eee, ne yapacağız bununla?”

“Neden fare olduğunu sorguladın mı hiç? Ne bileyim, neden tavşan değilsin mesela, ya da zebra?”

“Saçmalama.” Dedi fare “Ben bir fareyim. Tavşanlar gibi zıplamıyorum, diğer tüm fareler gibi yanımdan geçen şeylere karşı temkinliyim ve hemen koşup bir deliğe giriyorum. Hem bak, bir tavşanın böyle uzun bir kuyruğu olur mu hiç?”

“İyi ama, derin yeşil ve şey… pek tüylü de sayılmazsın.”

Uzun haftalar önce bunun yanıtını kendine vermişti Fare. Güldü.

“Bütün fareler aynı olmak zorunda değil ki! Birbirinin aynısı olan kaç fare gördün? Geçen haftayı hatırlıyor musun, az kalsın ezildiğimiz gün. Kaçtığımız evde kafeste beyaz bir fare vardı mesela. Siyah ve grileri de her gün sokaklarda görüyoruz zaten. Ben de yeşilim işte.”

“Buraya getir.” Dedi, düşünceli görünüyordu. “Belki fareler yeşil olamıyordur?”

“Kim demiş? Neden olmasın ki? Bence pembe, mor hatta renksizlerimiz bile vardır. Bakınca arkasını görüyorsundur.”  Dedi Fare. “Yardım etsene, tek başıma itemiyorum.”

Bir fare kapanını itekleyerek bodrumun bir köşesine, diğerlerinin yanında götürmeye çalışıyorlardı. Bütün gece bununla uğraşmışlardı ve bodrum artık güvenli sayılırdı, güneş doğana kadar en azından. Genelde güneş yukarıdayken bile uğrayan olmazdı ama yine de temkinli davranıp saklanıyorlardı.

“Bence bilen birine danışmalısın.” dedi.

“Ne yani, bir insana falan mı? Biliyorum işte, ben bir fareyim. Hem kendimi fare gibi hissediyorum. Nasıl göründüğüm ne fark eder ki?” dedi Fare.

“Peki bir fare nasıl hisseder?”

Aralarında kısa bir sessizlik oldu. Fare bunu hiç düşünmemişti. Fare, zaten genel olarak pek düşünmezdi.



8 Temmuz 2013 Pazartesi

Buz

Doktorun duygusuz sesini duyuyorum. Ölüm saati: 14.47. Anlamsız geliyor söylediği, çünkü ––orada bir tek ben varım ve ben de onu dinliyorum.
Sevgilim, odamın kapısından bana bakıyor; gülümsüyorum.

Ağlıyor.

Doktor dışarı çıkarken omzuna dokunuyor hafifçe, sonra o yanıma geliyor. Elimi tutuyor ve gözyaşları yüzüme düşüyor. Islaklık hissetmiyorum.

Islaklığı neden hissetmiyorum?
Elinin sıcaklığını, neden hissedemiyorum?

Bir şeyler farklı geliyor. Odamın dışındakı hemşirelerin önlüklerinin hışırtısını duyuyorum, yan odada anneme bağlı serumun ritmik damlayışlarını, babamın düzensiz ve kesik soluklarını duyuyorum bir de hıçkırıkları... Siyah saçları göğsüme düşüyor o hıçkırıklarla sarsılırken.
Yüzüne dokunamıyorum, saçlarını okşayamıyorum. Gözyaşları artık dudaklarımı ıslatıyor, tadını alamıyorum.

Ağlayamıyorum.

Geri dönmek için çabalıyorum var gücümle, hiçbir şey için değilse bile, onun için, daha fazla ağlamaması için. Olmuyor bir türlü, dudaklarımı açtığımda seslenemiyorum ona, soluyamıyorum onun soluduğu havadan. Artık sesi boğuk geliyor, bir duvarın arkasındaymış gibi sanki. Ne hışırtılar duyuluyor artık, ne de damlama sesleri, kafamda yankılanan tek bir ses var, giderek boğuklaşan ve uzaklaşan hıçkırıkları.

Her yer karanlığa gömülmeden önce kolyesini çıkarışını görebiliyorum, ve avcumu açışını. Kolyenin soğukluğunu…


Hissedemiyorum.

Tünel

“Pardon, bakar mısınız? Sipariş vereli neredeyse bir saat oldu, yemeğim hala gelmiş değil.”

Garson hayret içinde ona baktı.

“Beyefendi, üzgünüm ama bu mümkün değil. Bu lokanta henüz yirmi dakikadır var.”

“Kusura bakmayın, benim hatam olmalı.” diye yanıtladı Yabancı. Ayağa kalkıp sandalyesine asılı krem rengi ceketini aldı. Sol elinin umursamaz bir savruluşuyla etrafındaki masalar, duvarlar, insanlar kum tanelerine ayrıldı. Sonra diğer elini salladı.

Karanlık bir koridordaydı. Ceketini giydiğini hatırlamıyordu ama üzerindeydi. Hava nemliydi, gözleri karanlığa alışınca bulunduğu yerin bir koridordan çok bir tünel olarak adlandırılabileceğini gördü. Yürümeye başladı. Her adımında sert zeminle buluşan ayakkabılarından çıkan takırtı sesleri yankılanıyordu. Karanlık tünelin sonunda görünen bir şey yoktu, amaçsızca karanlığa doğru ilerliyordu. Uzun zamandır bir şeyler merak etmiyordu, şu anda da merak ettiği söylenemezdi. Evet, bilmiyordu tünelin sonunda ne olduğunu ancak ilgi çekici olamayacağından emindi. Aklındaki ilgi çekici her şeyle, yaşadığı yıllar içinde en az birkaç kez karşılaşmıştı. Yedi kez ölmüş, bir kez kalbi kırılmış, üç kere mutluluktan ağlamış ve altı kişiye de güvenmişti. Uzun zamandır da çaresizlik ve sıkılmışlık içindeydi.

İlgisini çekecek hiçbir şey olamazdı.

Nemli havada hiçbir kıpırtı olmuyordu, karanlıkta en ufak bir seyrelme, tünelin yönünde bir değişiklik ya da attığı adımların büyüklüğünde bir farklılık yoktu. Sadece yürüyordu. Hıçkırıklar işte bu sırada başladı, hiçbir şey olmazken. Tünelin sonundan hıçkırıklar geliyordu. Hayır birisi hıçkırarak ağlamıyordu, sadece hıçkırıyordu. Onun ayak sesleri gibi tünelde yankılanarak geliyor ve sanki ona ulaştıktan sonra devam etmiyorlardı.

Aynı hızda yürümeye devam etti.

İlerledikçe bir kalbin atışı gibi tüneldeki karanlığın her bir hıçkırıkla kısa bir süre azaldığını fark etti. Duvarlarda yazılar olduğunu gördü.

Okumadı.

Her ne yazıyorduysa zaten biliyordu, her zaman bilirdi. Tünelin sonuna, ne zaman varmak isterse o zaman varacaktı. O anda sadece yürüyordu ve hiç isteyecek gibi de değildi. Ta ki ses, birbirini takip eden iki hıçkırığa dönüşene kadar.

Hık-hık. Hık-hık. Hık-hık.

Koşmaya başladı. Koşmaya başlamasıyla beraber mi oldu yoksa başından beri yerde su birikintisi var mıydı bilmiyordu ama düşünmedi. Koşarken zemine çarpan ayakkabılarından çıkan sese dikkat etmedi. Şap-tak, şap-tak, şap-tak. Sol-sağ, sol-sağ, sol-sağ.

Hıçkırık sesleri giderek daha yakınından geliyordu. Tünel, bir boşluğa açılıyordu. Boşluk aydınlıktı. Işık kaynağının neresi olduğunu göremiyordu, bulmak için etrafına bakınsa da göremedi. Gözleri ışığa alıştıktan sonra boşluğun merkezine baktı ve ne yapacağını bilemedi.  Karşısında her hıçkırığıyla ışığı titreştiren iki Tanıdık vardı. Dizlerinin üzerine düştü.

Asla iki tane olmazlardı.